Şu anda sevgili arkadaşım Ezgi'den aldığım bir telefon üzerine küçük bir Karaköy Rehberi yazma kararı aldım. Neden bu bölge güzel, gidilecek nereler var, yeni neler oluyor...
0 Comments
Olive Farm macerası benim için, onlarla birlikte 1995 yılında başladı. Datça'ya Amerikalılar geldi ve Olive Farm kuruldu. O zamanlar çok keyifli zeytinyağı oluşumunu izleyebildiğiniz turlar düzenlenirdi, halen var mı bilmiyorum. Ama fabrikaya gidip, gezebiliyorsunuz, sanırım halen var. Sonrasında bir karışıklıklar oldu, bu Amerikalılar (Rosenbergler) birazcık antika işi karıştırdı falan filan derken Olive Farm bir Türk sermayeli şirket haline geldi. Neyse bu kısmını karıştırmayalım işlerin.. O zamandan beri özelliği öncelikle soğuk sıkım zeytinyağı üretmeleri idi. Zeytinyağı üretiminde bu soğuk sıkım hem doğallık ve az işlenmişlik açısından hem de zeytinin vitaminlerinin kaçmaması açısından önem taşımakta. Bu konuyu kendilerinden dinlemek isterseniz şu şekilde açıklıyorlar: " Sıkım işlemi, soğuk sıkım denilen ve 28 derecede gerçeklesen, sağlığınız için çok önemli olan bir yöntem ile yapılıyor. Çünkü daha yüksek sıcaklıklarda yapılan sıkım işlemlerinde, zeytinden çıkarılan yağ miktarında artış gözlenirken, sağlığınız için gerekli yararlı antioksidanlar ciddi ölçüde kayboluyor. Zeytinyağına, sıkımdan sonra da gerekli özen gösterilmeli ve en iyi koşullarda muhafaza edilmeli. Biz işte bu sebeple ürünlerimizi özel olarak iklimlendirilmiş odalarda, ısı ve ışıktan uzak tutarak, paslanmaz çelik tanklarda üç ay boyunca sürekli müdahale ederek muhafaza ediyoruz." Bence son derece temiz, doğal ve güzel olan bu fabrikanın üretimi de aynı şekilde çok güzel. Çok hoş şişelerde ve/veya ambalajlarda satılan ürünlerin doğal olması da en önemli özellikleri. Datça'yı ben çok severim. Çocukluğumdan beri neredeyse her yaz gittiğim bir yer. Bazısında kısa, bazısında uzun kalırım ama Eski Datça'ya da mutlaka bir defa uğramaya çalışırım. Burada da Olice Farm mağazası vardır. Ama en olmadı İstanbul'a geldiğimde görmek hoşuma gider. Aşşk Kahve'ye gittiğimde hemen gözüme Olive Farm yazısı çarpar, oradan da aklım yaza gider.. Sanırım bir şubeleri de Caddebostan'da hemen CKM'yi geçince sağda var ama internet üzerinden adresine erişemedim..
Ayrıca Olive Farm'ın bir de 4 odadan oluşan butik oteli var (Guesthouse). Burada da konaklamayı, doğa ile ve doğallık ile iç içe bir tatil yapmayı gözden geçirebilirsiniz..
Bir Cumartesi sabahı (03.11.2012) ve biz yine İstanbul sokaklarında gezme, yeni bir yerler keşfetme, keşfedemessek bile mevcutların tadını çıkartma planı ile evden çıkıyoruz ana-kız. Bir kaç saat Karaköy civarında geçiriyoruz, oradan yukarı Çukurcuma'ya doğru çıkıyoruz, yolda Pell's Cafe'yi keşfediyor, orada tatlı bir mola veriyoruz. Devam ediyoruz, Çukurcuma Antikacıları arasında kaybolduktan sonra, Turnacıbaşı caddesi üzerinde bir yerler gösteriyorum anneme, derken "Heirloom Cafe için ->" diye bir ok görüp, itiraf etmeliyim ki isimden dolayı ikimiz birden o oku takip etmeye başlıyoruz. Neyse vardığımız noktada iki inşaat var. (sonradan öğreniyoruz biri otel biri residence olacakmış.) Her halde yanlış geldik derken bir ahşap kapı görüyoruz, içeriden su sesi geliyor, ve adeta bir yağmur ormanı gibi gözüküyor.. Tam aradan bakarken biri bize sesleniyor "buyurun, buyurun" diye. Bizde çekine çekine içeri giriyoruz. Neyse açıklıyoruz, meraklıyız, yok blogger'ız, gezginiz geziyoruz merak ettik geldik diye ve Dilek hanım (cafe'nin sahibi) bize cafesini ve sonrasında da içeride yer alan minik dükkanını gezdiriyor. Çok doğal, doğa ile iç içe, daha girişten küçük çeşmeden akan suyun sesi ile sizi büyüleyen bir havası var buranın. Girince içeride 5-6 masa var, çok sevimli bir bahçe aslında burası ama aynı zamanda da o kadar doğal ki bir yağmur ormanının içinde gibi. Zeytin, zeytin ezmesi, salça, zeytinyağı, sabun, tamamen doğal ağaçlardan yapılma bardak altlıkları, kahve, ya da petnir sunumu için kullanılabilcek minik tahta tepsiler vs. satılıyor burada. Ayrıca girer girmez yine gözünüze çarpmaması imkansız olan bir pastane köşeleri var. Benim için daha girişten lezzetliyim diye bağıran croissantlar, ekmekler, poğaçalar ve kurabiyeler.. Sonra burada bir de değişik isimli kahve var: sifon (siphon) özelliği ise buhar ile pişmesi. Bu tekniği daha önce İtalyanlardan görmüş olsak da (bialetti espresso maker ve mocha maker ve bir de moka-pot) burada kullanılan, özel olarak getirilmiş, tarihi malzemeler ile gerçekten olay bir başka boyut kazanmış. Kahvenin yapımını izlemek de içmek kadar keyifli burada.. Sandviç, salata gibi yiyecek servisleri olan bu cafede yemeklerden sorumlu kişi Ahmet bey. Çok ilgili ve güler yüzlü bir insan Ahmet bey de. Kendisinin harika paninnileri olduğunu da bildirir sizi denemek üzere derhal Heirloom'a yönlendiririm..
Sonrasında öğreniyorum ki burası yalnızca bir cafe değil ve aslında bir otel bizim gördüğümüz kadarı yalnızca minicik bir kısmı. Hikayenin derinine ineyim, Dilek Çamlı ve Ender Sezgin, iki kardeş şu an Heirloom'un yer aldığı binayı geçtiğimiz yıl satın alıyorlar. 1902 yılında inşa edilen bu evin son jenerasyon sahibinden, evi inşaa eden Michel bey'in torunundan satın alıyorlar. Evle birlikte kendilerini bütün hayatlarını, anılarını da satın almış gibi hissederek, bir yandan doğaya olan duyarlılıkları, bir yandan da aileye karşı hissettikleri sorumluluk ile burayı tamamen doğa, tarih ve anılara saygı ile restore ediyorlar. Her şey tamamen doğal olsun istiyorlar. Mesela döşemeler, vernikler ve boyalar su bazlı, mobilyalar masif tercih edilmiş. Dış cephe orijinali korunmuş halen Malta taşı. Eksik ya da onarılması gereken yerlerde ise yine doğalına en yakın Kandıra taşı tercih edilmiş. Banyo ve mutfaklarda doğal mermer, geri dönüştürülmüş eski mermer, hamam kurnaları, geri dönüştürülmüş cam seramikler kullanılmış. Halıları kök boyayla dokutturmuşlar ve hepsi Uşak ve Kars'tan gelen el yapımı kilimler. Sivas ve Maraş’tan bulunan eski tip elektrik düğmeleri ve prizler yenilenerek kullanılmış ve en çok bulmak için zaman harcadıkları objeler bunlar olmuş. Duvar kâğıtlarını William Morris imzası taşıyor ve bunların özelliği tamamen bitki bazlı mürekkeple sertifikalı ormanlardan elde edilmiş kâğıtlara basılmış olmaları. Bu kağıtların duvara tutturulmaları için ise selüloz ve/veya buğday bazlı hazırlanmış harçlar kullanılmış. Yerler hala eski hali ile korunduğu için, girişte her odaya bir ayakkabı kutusu veriliyor ve içeride ayakkabı ile dolaşılmıyor. Bu sayede hem doğal yapı hem de özel halılar da korunmuş oluyor. Kalan yabancı misafirler bundan son derece keyif almışlar, yerlerdeki dokuyu ve halıları hissedebilmek hoşlarına dahi gitmiş. Odalar birer daire gibi. Her şey düşünülmüş. Açık bir mutfağı, salonu, yatak odası, duş ve lavabodan oluşan bir banyosu ve tuvalet ve lavabodan oluşan bir alanı var her birinin. Her katta farklı bir daire var gibi ve her bir dairenin kendine özgü bir rengi var. Yeşil, kırmızı ve mavi. Çatı katı ise bir suit oda gibi, ya da yine bir daireye benzetirsek stüdyo daire gibi. Burada salon yerine bir bar masası ve onun etrafında yüksek bar tabureleri/sandalyeleri, köşede bir mutfak, yine bir banyo+tuvalet ve son olarak da yatağın olduğu kısım. Bu katta diğerlerinden faklı olarak alan daha dar, tek bir odadan oluşuyor ve harika bir Galata Kulesi'ni de içeren manzarası var. Tüm odalarda her şey doğal ve tarihi, bir yandan da konforlu ve samimi..
Bu
blog sayesinde biraz daha "diğer" insanlarla ilgilenen, biraz daha araştırmacı bir insan oldum. Neyi araştırdım, mesela başkaları ne yapıyor, nasıl yazıyor, nereye gidiyor, hayattan neler yaparak keyif alıyor gibi şeyleri.. Çünkü zaten sayfamın tüm amacı da buydu.. Ben buraya yazayım, kendi kendime bundan keyif almakla yetinmeyip, bir yerden, birşekilde birilerine daha dokunabileyim, belki bir gün başka bir bloggerla ya da sadece ilgilenen biriyle bir yerlere gidip, yeni yerler görelim, bir paylaşım olsun, dünyaya geldi gitti olmasın.. Bu tip bir kafa, bu tip bir hayaldi benimkisi yani.. Neyse ben ne diyecektim; evet ne insanlar var, takdir ettim, imrendim, çok keyifle okudum ve bundan sonra da takip ederim.. Geç mi kaldım, aslında evet. Belki ilk günden beri o heyecanı yaşamak çok daha keyif vericiydi.. Bunu bilemeyeceğim için size de öneriyorum bu inanılmaz insanlarımızı :) Türklerden bu işi yapan azmış, o yüzden yapanı da destekleyelim, takip edelim, takdir ederlim.. 1 - http://www.istanbul2istanbul.com/ Gerçekten 1959 doğumlu, Ankara'lı, ODTÜ mezunu olan Can Bey'i farklı bir hayranlıkla okudum.. Annemi hayal ettim bu işi yaparken - o da tüm bu özellikleri birebir taşıyor çünkü; 1959 doğumlu, Ankara'lı, ODTÜ mezunu - ve OLMADI :) 2- http://www.bekransarsilmaz.com/ Sonradan kendini seyahat - gezme, görme hevesine kaptırıp, bence harikalar başaran çocuk ! Çok harika bu blog sayesinde, başka Dünya gezisinde olan ya da o sırada onun da bulunduğu ülkeyi gezen Türkler ile buluşması - tanışması bile bence başlı başına sayfa amacıma hitap ediyor.. İşte bundan bahsediyorum ben de : PAYLAŞIM :) Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan
Doğançay Retrospektifi, İstanbul Modern'de..Sergi 23 Mayıs - 23 Eylül 2012 arasında sürecek http://www.istanbulmodern.org/tr/sergiler/guncel-sergiler/kent-duvarlarinin-yarim-yuzyili_822.html |
konu
All
tarih
May 2015
|